18 Nisan, Yukarıovacık gezisi – 1. Bölüm

Ulan, ne gündü be 🙂

Aslında, geziye katılıp katılmayacağım belli değildi. Bizim Nurcan’ın kuzeninin düğünü vardı İstanbul’da, ben de motor alalı kamber gibi düğünden düğüne gezdiğim için ona da katılsam mı diyordum. Hem motorla İstanbul’a gitmemiştim hiç, değişiklik de olurdu. Gel gör ki haftasonu yağmur bekleniyor olunca cesaret edemedim. Eski motor olsa çıkardım aslında ama bu gv650 denen alet bana göre haddinden fazla güçlü. Kuru yolda bile virajlarda gaz vermeye gelmiyor, yollar ıslakken dengesiz bir hareket yaparım da kayar giderim diye korktum. Neyse, o öyle yalan oldu, o yalan olunca da geziye katılayım madem dedim.

Cumartesi günü Gezgin Motor’a falan uğramıştım, eve dönüşte de markete gidip böreklik malzeme aldım, yapayım da kahvaltıda falan yeriz diyerek. Eve geldim, şuydu buydu derken gece 1 oldu saat. Böreğe de o vakitten sonra giriştim. Yapması kolay bir börek aslında, isteyen olursa veririm tarifini 🙂 1 tepsi böreğe 4 yufka gidiyor, normalde de 1 paketten 6 yufka çıkıyor. İki tepsi yaparım diye iki paket yufka almıştım, ilk tepsiyi hazırlarken 1. paket bitti. Panik oldum bir an, yufkayı yanlış koydum herhalde, kalın olacak börek diye ama hata yapmış gibi de hissetmiyorum. İkinci paketi açtım, yufkaları saydım, 3 tane çıktı ondan. Bastım küfrü ben de. Hani, paketin üstünde "6 adet" yazmasa tamam, kiloyla satıyorlar diyeceğim de üzerine eşşek kadar yazmışlar "6 adet" diye. Neyse, paylaştırdım artık yufkaları, onu hallettim öyle. Geceden pişirmedim tabi, pişirmeye hazır hale getirip dolaba koydum sabah pişirmek üzere. Bu arada bilgisayarda da bir kaç işim vardı, onlarla uğraşıyordum. Onları da halledene kadar saat 2’yi geçti, alarmları kurup yattım.

Kötü bir uyku oldu, gece fırtına çıktı, rüzgar sesinden uyuyamadım. Her uyandığımda da "acep gezi iptal edilir mi", "gitmesem mi", "gitmezsem iki tepsi börek ne olacak" diye düşüncelerdeydim. Bir ara da odalardan birinin penceresi açılmış, odanın kapısı bir çarptı var ya, "aha" dedim, "kıyamet kopuyor herhalde". Sabah da alarmları duymadım bile, hayal meyal hatırlıyorum çaldıklarını gerçi ama kalkamadım. 9’a çeyrek kala falan uyandım, hemen kalkıp börekleri fırına koydum, ben de duş aldım bu arada. Böreklerin pişmesi yarım saate yakın sürdü niyeyse, o kadar sürmüyordu diye hatırlıyordum. Normalde hareket saati 9:30 diye konuşulmuştu ya, börekler pişmeden saat 9:20 falan oldu zaten. Hakan’ı bir arayayım dedim, geziye gelecekse de milletle buluşmuşsa rotalarını falan sorayım da yolda yetişirim olmazsa diye. Ulaşamadım ona, başkasını da aramadım, zaten geziye geleceğini bildiklerimden bir tek Derya Abi’nin numarası varmış bende 🙂 Numara yüklemesi yapmam lazım bir ara. Neyse, yolda yetişirim nasıl olsa deyip bilahare hazırlandım ben, 10 gibi de çıktım yola. Belki yola çıkmamışlardır diye TAYMEK’e bir bakayım dedim, tabi, kimse yoktu. Başladım Kazan’a doğru yardırmaya. Yolda da durulabilecek her yere bakıyorum, benzinliktir, mola yeridir, şudur budur diye durmuşlardır belki diye, kimseyi göremedim tabi.

Kazan’ı neredeyse geçiyordum ki Murat Abi’nin gönderdiği rotayı kontrol etmek aklıma geldi. Baktım, Kazan’dan Soğucak tarafına doğru rota çizmiş, ben de oradan gideyim dedim, hani, yolda yetişeyim diyerek. Kazan’a geri döndüm, Soğucak tarafına çıkacağına inandığım bir yola girdim. Meğer yanlış girmişim, Emirgazi yolu imiş benim girdiğim. Yolda bir kaç kişiye Yassıören’i falan sordum, bilmiyorlarmış, nasıl olsa bulurum diyerek devam ettim. Yalnız, bir ara bir tabela vardı, Sarılar yazan sağa doğru bir tabela. Haritaya baktım, Sarılar’ın solumda kalması lazım, sağımda görünmesine bir anlam veremedim, "belki yol kıvrılıp sola dönüyordur" falan dedim hatta ama niyeyse yanlış yolda olabileceğim aklıma gelmedi hiç. Yola devam ettim, bir yandan da plan yapmaya çalışıyorum, milletle nasıl buluşacağım, direk Yukarıovacık’a mı gitsem iyi olur, durup bir arasam mı falan diye düşünüyorum. Hani, geri döneceğim ama iki tepsi börek var hacı çantada, daha önce de böyle bir geziye gidecektim, şu balık ekmek toplantısıydı herhalde, onun için de yapmıştım iki tepsi börek, hava yağmurlu olunca gitmemiştim, bana kalmıştı hepsi. Ertesi gün işyerine götürdüm ama hamurlaşmıştı artık biraz. Gerçi yine beğenilmişti ama olsun, şanıma yakışmamıştı 😛 Neyse, böreklerin hatrına devam ettim. Aslında börekler bir yandan da güvence oldu, hani yolu bulamasam bile aç kalmazdım yani.

Yolun devamında otobanın kenarında buldum kendimi. Ancak o zaman anladım yanlış yönde gittiğimi. Yolu takip edip otobanın altından geçince kışla tabelalarını gördüm, ona göre yerimi tespit ettim ve yeni bir güzergah belirledim. Buna göre sağa dönüp Evci’ye çıkacak, oradan Alibey’e devam edip Murat Abi’nin güzergahına bağlanabilecektim yeniden. Fikir iyi de sağa doğru giden yol iyi değildi:

İyi değil gibiydi de meğer yolun geri kalanına göre gayet iyi bir yol imiş 🙂 Besmele çekip girdim yola. Bir yerde yol ikiye ayrılıyordu, tabela falan yoktu, sadece taşların üstüne "mermer ocağı" falan yazmışlardı sağa doğru giden yolu kastederek. Mermer ocağında ne işim var diyerek soldan devam ettim, yol bir köye girdi. Köy içinde yola en çok benzeyen şeyi takip ettim, 500 metre gitmeden bitti

Geri döndüm mecbur. Aşağıda, solda 3-4 kişi vardı, onlara yolu sorayım diye durayım dedim, zaten çamurluydu yol, yavaşlayınca da saplanıverdim, inatla ayağımı yere koymayınca da sola yatırdım motoru. Koruma demiri kapandı hafifçe, benim dizliğin bantlarından birisi koptu, başka bir şey olmadı.

Motoru kaldırıp adamların yanına gittim yolu sormak için. İçlerinden en yaşlısı pek bir meraklıydı. Memleketimi sordu önce, sonra nereden geldiğimi, nereye gittiğimi sordu, niye gittiğimi sordu, sonra memleketimi sordu bir daha 🙂 Öyle biraz muhabbet ettikten sonra yol tarifini aldım, biraz aşağıdan sola dönüp devam edecekmişim. Ayrıldım yanlarından, biraz aşağıdan sola döndüm, çıktım, yol yine bitti.

Kahvaltı yapan bir aile vardı, onlara sordum, erken dönmüşüm meğer, o taş ocaklarına doğru dönecekmişim, yolda taş ocağı işaretlerini görünce diğer yola sapıp devam edecekmişim. Öyle yapmak üzere devam ettim. O yol da geldiğimden iyi değildi, mıcırlı, çamurlu bir yoldu

Biraz gittikten sonra asfalt başladı, sağı, solu, ortası mıcırlıydı ama çamurdan iyidir diye sevindim

Sevincim pek uzun sürmedi, yol yine yamuldu çünkü

Evci’yi geçince ara ara otoban görünmeye başladı, içim gitti tabi. Ekibe yetişeyim diye şartlanmış olmasam Kızılcahamam üstünden dümdüz gidebilirdim, hiç öyle çamurla falan uğraşmadan. Sırf ekibe yetişeyim diye bu yola girmiştim, o da yanlış yol çıkmıştı. Aslında zevkli yoldu da millete yetişme derdindeydim ya, bir de motoru çamura kaptırmış olunca canım sıkılıyordu. Yol da sağolsun, can sıkıntımı gidermek için yeni yeni maceralar çıkarıyordu karşıma

Yol bu şekilde devam etti biraz daha, sonra Güdül yolu sapağına geldim. Sağa ve sola giden yol geniş ve kaymak gibiydi ama herhangi bir tabela yoktu. Karşımda yine rezalet bir yol vardı, 7 tane de köy ismi yazıyordu.

Düzgün yolda gideyim, o da nasıl olsa çıkar bir yerlere dedim ve sola döndüm. 100 metre gitmeden dayanamayıp U çektim, tabelalı yola girdim.

Yol mıcırlıydı, o çok sorun değildi de inanılmaz çukurlar vardı. Tam yol düzgün diye hızlanıyorum, hop çukur. Bir de çukurlar su dolu, derinliklerini kestiremiyorsun. Kıvırtarak kurtarayım desem arkayı atıyordu motor, yavaşlayınca da öyle. Öyle bata çıka gittim artık

Öyle böyle derken Kızık-Elmalı sapağına geldim. Bu arada, yolun büyük bir kısmı otobana paralel gidiyordu. Otobandan geçtiğim zamanlarda bu yan yolları görür ve otobandan gitmek varken şu yollar kullanılır mı diye düşünürdüm. Kullanılıyormuş işte 🙂

Arkada Çamlıdere baraj göleti de görünüyor.

Elmalı yoluna saptım. Yolu fena değildi, mıcırlı asfalta öyle diyorum artık 🙂 Elmalı sapağına gelince de Çamlıdere’ye doğru devam ettim.

Çamlıdere’ye varmak baya ferahlatıcı oldu. Uzun bir süre sonra insan yüzü gördüm sonunda en azından. Durdum, Derya Abi’yi aradım, çaldı ama açmadı. Kamp yerine vardılar herhalde diye düşündüm. Haritayı kontrol ettim, çok uzak değil gibiydi Yukarıovacık, gideceğim yolu belirleyip devam ettim. Benzinim azalmıştı, yol üstünde bir benzinlik vardır nasıl olsa diyordum, orada durup bir daha arayacaktım garanti olsun diye. Bu arada tereddütteyim de bir yandan, hani vazgeçmişlerdir belki, başka bir yere gitmişlerdir hatta yola hiç çıkmamış bile olabilirler, hiç haberim yok 🙂 Çamlıdere’den çıktım, biraz gittim, benzinlik falan yoktu. kenarda villalar vardı, orada güvenlik vardır belki diye yanaştım, sordum, bilmiyorlarmış Yukarıovacık’ı, ayrıca yol üzerinde benzinlik de yokmuş, Çamlıdere içinde varmış en yakın benzin istasyonu. Geri döndüm ben de. Bu arada yağmur başladı, benzinlikte giyeyim dedim yağmurluğu, henüz hızlı değildi çünkü.

Benzin alırken telefon çaldı, Derya Abi arıyordu. "Vardınız mı" diye sordum, meğer hala dolanıyorlarmış. Onların gezileri daha bir maceraları olmuş herhalde, artık onun hikayesini de onlardan birisi anlatır 🙂 Gideceğimiz yerin koordinatlarını verdiler, kaydettim. Telefondan sonra istasyondakilerle de konuştum. Yukarıovacık’a iki yol varmış, biri ilk gittiğim yolmuş, asfalt yolmuş ama uzunmuş, öteki kestirmeymiş ama toprak yolmuş. Toprak yoldan gına gelmişti artık, öteki yoldan gideyim dedim. Yağmurda nasıl süreceğimi sordular, yağmurluğu giyerim dedim. Toros’u varmış birisinin, onu vermeyi teklif etti, dönüşte bırakırsın dedi, teşekkür ettim de almadım tabi 🙂 Zaten daha biz konuşurken yavaşladı yağmur.

Gideceğim yol üzerinde Kızılay’ın kamp alanı vardı.

Süper bir tesadüf oldu. Buraya yıllar önce gelmiştik bizim lisenin mezunlar derneğinden arkadaşlarla. Hatta dönüşte Kızılcahamam’da hamam falan yapmıştık. Ne zaman bir piknik yeri sorulsa bu gittiğimiz yer gelirdi aklıma ama neresi olduğunu bilmediğimden söyleyemezdim. Artık onu da öğrenmiş oldum. Galiba sağ taraf Hacettepe’ye aitti, giriş için Hacettepe’li birisi falan gerekiyor olabilir, tam bilmiyorum ama hoş yerdi, su kenarı, ağaçlı falan bir yer. Hatta anlatmışımdır belki, biz pikniğimizi yaparken bir amca, orada akan suya piknik sepeti yerleştirmişti, az sonra sepetin içi balık doluydu, çıkardı, dizdi mangala, süperdi.

Telefona bir bakayım dedim durmuşken, Çağdaş aramış meğer. Konuştuk, Kızılcahamam tarafındalarmış, ben de oraya gelebilirmişim. Varmak üzere olduğumu söyleyince Yukarıovacık’ta buluşmak üzere anlaştık.

Az sonra Ankara-Bolu yoluna bağlandı yol. Güle güle küfrettim kendime, insan gibi yollardan gelebilirmişim meğer buraya. İşte, hep ekibe yetişeyim diye zorladığımdan çile çekmişim boşuna. Fena olmadı gerçi. Hani, millet benden 2 saat önce varmış olsa, çoktan mangal yakmış olsa üzülürdüm de onlar da varmamış olunca dokunmadı, bahaneyle macera olmuş oldu kendi çapında 🙂

5-6 km gitmeden de Yukarıovacık sapağına vardım

Orada beklesem mi dedim de belki aşağı yollardan gelirler diye Yukarıovacık’a kadar gitmeye karar verdim.

Yolu fena sayılmazdı, hafif yumuşak çamurlu falandı ama sürprizli değildi en azından

Çok geçmeden Aşağıovacık yaylasına vardım. Yaylaymış harbiden, dağlarda kar duruyordu halen. Tesadüf müdür, kısmet midir, geçen sene gittiğimiz ilk toplu gezide de karlı dağlara çıkmıştık.

Yukarıovacık diye konuştuğumuz için devam ettim. Nasıl olsa erken vardım diyerek motordan inip poz kastım biraz da

Yukarıovacık’a vardım. Çamlıdere’deyken, Yukarıovacık’a varınca oranın meydanında, veya tarif etmesi kolay merkezi bir yerine gider, milleti orada beklerim diyordum da Yukarıovacık’ın 30-40 haneli, bakkalı çakkalı bile olmayan bir yer olduğunu bilmiyordum tabi. Şöyle bir baktım, tepede bir cami vardı, en iyisi oraya çıkayım dedim, köyün her yerinden görünen bir yerdeydi, oraya çıkarsam hem gelenleri görürüm, hem de geldiklerinde beni kolay bulurlar diye düşünerek çıktım yukarıya. İndim, eldivenleri, kaskı falan çıkardım. Millet gelene kadar böreklerden lüpleteyim biraz diye börekleri de çıkaracakken aklıma geldi, mesaj atayım da kolay yolu tarif edeyim dedim. Telefonu çıkardım, çekmiyordu. Hoydabre pehlivan dedim. Gruptan ayrıyken telefonun çekmediği bir yerde durmanın pek bir anlamı yoktu. Aşağıovacık tarafında telefon biraz çekiyor gibiydi, oraya geri döneyim de oradan mesaj atayım diyerek yeniden yüklendim.

Bu arada, cami bahçesinde bir köpek geziniyordu. Şöyle bir dolandı, cami duvarını kokladı, sonra koyverdi mesanesinde birikenleri. "Hobaa" dedim, "eceli gelmiş olsa gerek".

Camiden aşağı inerken bir amca denk geldi, köydeki 3-5 insandan birisiymiş. "Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun ey yolcu" türevinden bir muhabbet ettik. Telefonun çektiği bir yer olup olmadığını sordum, çekmiyormuş oralarda, istersem ev telefonundan arayabilirmişim de motor üstündeki birisini aramanın pek anlamı olmaz deyü eyvallah deyip devam ettim aşağıya doğru.

Aşağıovacık’a vardım, durdum, telefonu çıkardım. Çok az çekiyordu, tam mesaj yazmaya başlarken motor sesleri duydum uzaktan, bizimkiler geliyordu 🙂

Biraz aşağıda güzel bir yer varmış piknik için, oraya indik ve sonunda pikniğimize başlayabildik.