1-2 Ağustos 2009, Ay Kayası Kampı

Bu gezi de benim geç gelmemle başladı (üstüste üçüncü 🙂 ). Saat 3'te toplanacaktık da 3 de çok erkendi be hacı, benim için en azından.

Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece sabahlamış, sabah 6:30 gibi kafayı masaya koyup 1.5 saat kadar uyumuştum. O gün akşama kadar şirketteydim, sözde erken çıkıp eve gidecek, dinlenecektim, olmadı. Olmadığı gibi vaktinde de çıkamadım, mesaiye kaldım yine 🙂 6 gibi çıktım, atladım motora ki bu da hoş bir detay, o halde motor sürdüm eve kadar. Akşam, bizim Nurcan'ın kardeşinin nişanı vardı, orada fotoğrafçılık yapacaktım, traş olayım bari dedim, berbere gittim. Hızlı bir traştan sonra klasik bir pantolon, bir gömlek alayım bari dedim, çok çıkıntı durmayayım ortalıkta. Değilse başka temiz veya yırtık olmayan pantolonum kalmadığı için kamuflaj desenli bir pantolonla gidecektim çünkü. Aldım cicilerimi, eve gidip hazırlandım, enerji içeceğini dayadım, yine atladım motora. Nişan yerini zar zor buldum, apar topar girdim içeri. Normalde 6 gibi orada olacaktım ben, işler uzayınca 8'e sarktı, millet de ilk dans için beni beklemiş, güzel güzel fotoğraflarını çekeyim diye. Kaskla dizlikleri birisine verdim, motoru parkedip koştur koştur girdim salona. İlk dans için ışığı kısacaklarmış, Hakan'dan aldığım geniş diyaframlı lensi takayım madem dedim, elimi çantaya attım, bir baktım, çıkan lens benim geniş diyaframlı lens. Bir hass… çektim, benim lens eski, 25-26 yıllık bir lens, otomatik odak yok, fotoğraf çekmeden önce elle odaklamanız gerekiyor (veya aliminyum folyo ile bir yere kısa devre yapıyormuşsunuz, o sayede fotoğraf odaklanınca kendisi çekiyormuş ama denemedim daha, neyse). Elle odaklama da zor bir olay, vizörden gördüğünüz görüntü gibi olmayabiliyor çıkan poz. Hakan'ın lensi unutuşum da şöyle oldu: Ben fotoğraf çantasını Çarşamba'dan hazırlamıştım aslında, ama Cuma günü eve geldiğimde unutmuşum bunu. Hemen çantadaki küçük lensi çıkarıp masanın üstündekini yerleştirdim, o da yanlış lens olmuş oldu. Neyse, yine de çok kötü değildi. Bir tek ilk dans fotoğrafları kötü oldu, onları da efektle falan düzeltmeye çalıştım. Diğer pozları da odağı hafif hafif değiştirerek 3-4 karede çektiğim için illa ki biri tuttu da kurtardım biraz.

O değil de, dizliği kaskı verdim ama mont, bandana ve parmaksız eldivenlerim üzerimde idi halen ilk dans fotoğraflarını çekerken. Danstan daha fazla ilgi çekmiş olabilirim valla 🙂 Danstan sonra montla eldiveni çıkardım da bandana kaldı.

Bir ara, pipo molası verdiğimde birisi geldi, "komando fotoğrafçı mısın?" gibi bir şey sordu. Alakayı kuramamıştım da bandanadan dolayı demiş meğer. Muhabbet ettik onunla da biraz, "ben çıksam, fotoğraf çeksem, 'kendi halinde çekiyor' derler, ama sen böyle farklı giyinmiş olunca falan 'bu adam profesyonel' diyorlardır" falan dedi, devam etti sonra. Devlet tiyatrolarında mı ne çalışıyormuş galiba, oradan tanıdığı benim gibi fotoğrafçı arkadaşları varmış, çatlak tiplermiş, beni tenzih edermiş 🙂 Fotoğrafçılardan birisi küçükken kafaya tornavida yemiş falan da ne anlatıyorum lan ben, gezi yazısı olacaktı bu, nişandayım halen 🙂

Dur, dur, şeyi de anlatayım. Nişandan sonra kız tarafının evinin orada havai fişek gösterisi olacak denildi, gittik. Ben tripodu kurmaya çalışırken bütün havai fişekler atıldığı için pek bir şey çekemedim ama olsun. Şeyi anlatacağım asıl. Herkes dağıldı, etrafta çocuklar kaldı sadece. Ben de gitmek üzere hazırlanırken Nurcan'ın erkek kardeşi geldi, bir tur gezdirir misin beni diye. İyi, dedim, pazar yerinde bir iki tur gezdirdim. Bunun bir arkadaşı binmek istedi sonra, eleman bir bindi, çöktü motor 🙂 Onu da gezdirdim, artık ortalıktaki çocukların hepsi sıradaydı. Bu arada bu ilk binenler liseye falan gidiyordu herhalde ama sıradaki çocuklardan belki ilkokula bile gitmeyenler vardır. Artık, onları da birer ikişer oturtarak gezdirdim pazar yerinde. Güzeldi, eğlendi çocuklar.

Neyse, geziye geçelim. Ertesi gün, 12 gibi falan Hakan aradı, Proti'de buluşacaklarını söyledi. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum çünkü resmen uyuyordum halen. Kalktım ama halim yok hiç, bıraksalar akşama kadar uyuyacağım. Aslında, Karagöl'e gidecek olsak harbiden uyurdum akşama kadar, akşam kafama göre çıkardım da Ay Kayası falan bildiğim bir yer değil, bir de kamp kurduğumuz yer bulması kolay bir yer de değildi, telefon da çekmiyordu zaten. Neyse, oralara atlamayayım hemen. Gruba yetişmek için hazırlandım, yine açtım bir enerji içeceği, çıktım yola. Vardığımda daha alışveriş yapılıyordu, dışarıdakilerle bekledim biraz, sonra içeri geçtim. Buldum bizimkileri, selamlaştık falan, sonra alışveriş arabası ilişti gözüme. Doldurmuşlar tepeleme. Lannoliyy dedim ben, onlar alışverişe devam etti. Arabayla falan gelen var sandım ben ama yokmuş, pay edecekmişiz motorlara. Topcase'ler yüklendi, lastikler gerildi, hatta Bilen'in motora bir de koli bağlandı ama yetmedi. Benim motorda pek yer yoktu ama aralara sıkışabilecek olanlardan alayım dedim, kaşar ilişti gözüme, yerleştirdim onu da lastiklerin altına. Domates kalmıştı asıl. Gezdiriyorum millete, domatesi sağlama almak gerekir diye, kimse dönüp bakmıyor. Baktım bana kaldı ihale, onu da sıkıştırdım lastiklerin arasına, domatesler ezildi falan ama ne yapalım.

Oradan çıktık, dakika bir gol bir, hemen koptu Süleyman Abi ile Hakan. Millet yavaşladı diye yavaşladım ben de, baktım durdular, ben de durdum ama geri de gidemedim. Bekledim biraz, gelmeye başladılar, devam ettim. Süleyman Abi ile Hakan'ı ileride bir benzinlikte yakalayıp devam ettik. Çubuk'ta içeceklerimizi aldık. Marketten kola alınmamıştı, kolasız mangal olmaz diye kola alayım dedim ama yerim de yok. İki tane bir litrelik, bir de yarım litrelik aldım artık. Onları da yükleyince tam oldu motor, şahken şahbaz oldu yani 🙂 Süleyman Abi'nin evine uğrayıp bir de çaydanlık aldık ve yola devam ettik.

Yollar düzgünken sorun yoktu da bozuldukça grup dağılmaya başladı. 8 motorduk, ben üçüncü sıradaydım, bir ara arkama baktım, arkamdaki iki motor var, sonrası yok. Yavaşladım biraz, bir ara göründüler, 200-300 metre kadar arkamızdalardı, yetişirler deyip bizden ayrı giden Süleyman Abi ile Hakan ikilisine yetişmeye çalıştık. Bir ara yol ikiye ayrılıyordu, tabela vardı ama uyduruk, küçük bir tabela, düz de gitmedik bir de, saptık, tam oldu. Biraz gittik, yolu biliyorlardır belki veya tabelayı görürler de doğru yöne dönerler diyordum ben, baktım gelen giden yok, yavaşladım, arkamdakiler yavaşlıyor ama öndekilerin acelesi var, "Durmak yok, yola devam" düsturunca ilerliyorlar. Durdum en son, Andaç'a sordum arkadakilerin yolu bilip bilmediklerini, bildiklerini sanmadığını söyledi. Biraz bekledik orada, baktık gelen giden yok, öndekilere haber edelim bari diye devam ettik de orada bir hata yapmışız. Andaç veya Bilen tek başına gitse hem yetişebilirdi öndekilere, hem de tek geldiği için öndekiler duruyorlarsa yola devam etmezlerdi. Nitekim durmuşlar arkada kimsenin gelmediğini farkettikten sonra ki az buz bir mesafe de gitmemişler bu arada. Ben "nasıl olsa yanlarına gidince bir 'hayırdır, niye yavaşladınız, kaza mı oldu' falan diye sorarlar, biz de durumu açıklarız" diyerek ilerlerken bir baktım, bunlar çevirdi motorları, gidiyorlar. Kornaya abandım (ossuruktan bir korna benimkisi ama abandım neticede), el kol hareketi yaptım, farkederler belki diye, yok. Yine yavaşladık biz, neyseki arkadakiler yetişti de toparlandık yeniden. Valla, kendi adıma söyleyeyim, bir şekilde geride kalsam da yanlış bir yola girsem, grubu kaybetsem falan muhtemelen "hay ben sizin" deyip geri dönerdim, belki kafama göre bir yere giderdim sonra. Nitekim arkadaki grup da o kavşakta bir dağılmış galiba, birisi ters tarafa girmiş, yolu da köylülere falan sormuşlar galiba, uyduruyor da olabilirim 🙂 Serdar'la mı birisiyle konuşmuştuk ayaküstü de hatırlamıyorum şimdi.

Buradan sonraydı herhade, mıcırlı bir yola girdik, hatta bir yerde mıcır havuzu vardı resmen, tam da virajda, saplandık tabi bir kaçımız, biraz oradan çıkmayı bekledik. İlk toplu molamızı oradan sonra verdik galiba. Yolun Karagöl Yolu olmaktan çıkıp Ay Kayası yolu olduğu yerde. Hakan'a neden yavaşlamadığını sordum, Süleyman Abi'yle mesafesini korumaya çalıştığını falan söyledi. Mesafesini koruması gerekenin önündeki değil arkasındaki olduğunu izah etmeye çalıştım da bilmem başarılı oldum mu. "Önündeki ile mesafeyi korursun, arkandakinden sorumlusun" gibi bir şey söyledi de yemedim pek. Neydi efendim düstur, hani, en arkadakinin bile başına bir şey gelse önce önündeki yavaşlayacaktı mesela, onu görünce onun önündeki yavaşlayacaktı falan, böyle böyle en öndekine kadar durum iletilmiş olacaktı. Yani, önde giden birisinin durması için illa "ula, aynadan da 2 dakikadır kimse görünmüyor, nerede kaldı bu pesemengler, durayım da bekleyeyim bari" demesi gerekmiyor, arkadaki yavaşladığı anda yavaşlayacağız. Gerçi, ben de aksattım bunu yer yer ama olsun. Neyse bakalım, geziye dönelim.

Ay Kayası yoluna saptık, toprak yol, bozuk, çukurlar, teker izleri falan dolu, gidiyoruz ağır ağır. Bir yerde, karşıdan araba geliyordu, bir karmaşa oldu, herkes yolun sağına geçmeye çalıştı. 200 metre kadar sonra, aşağıda durdu takım, ben bir baktım, arkada kimse yok, meğer benden sonra kopukluk olmuş. O ara kendimi kurtarma derdinde olmamdan mütevellit aynaya bakamadığım için gelen var mı yok mu, görememişim. Aşağıda duranlar da gelen olmadığını görüp de mi durdular yoksa bataklığa bakmak için mi durdular, bilmiyorum yalnız, hüsn-ü zan edelim, gelen olmadığını gördüler diyelim 🙂 Biraz bekledik, baktık gelen yok, Süleyman Abi atına atlayıp bakmaya gitti. Biz kalanlar da bataklığa taş atmaca, çekirge yakalamaca, gelen tanıdıklardan bazlama almaca gibi oyunlar oynadık. Süleyman Abi'nin artçısı Burhan Abi'nin tanıdıklarının olduğu bir araba denk geldi, konuştular biraz, bazlama ikram ettiler, bazlama almaca oyunu öyle oldu. Çekirke kovaladım ben biraz, bıcır bıcır çekirge kaynıyordu ortalık. Bakınız bu da Hakan'ın taş atmaca oynayışı:

Gördüğünüz üzere taş atmaca oyunu, taş atarak oynanan bir çocuk oyunu değil, taş atarmış gibi hareketlerle oynanan bir folklor oyunu 😛

Neyse, Süleyman Abi geldi, Bilen düşmüş meğer teker izine girip. Motorda ufak tefek şeyler vardı, Bilen'in de dizi sıyrılmış. Yara temizleme işini falan yapmışlar, nitekim geldiler az sonra. İşin kötü yanı, 1 km anca kalmış kamp yapacağımız yere. Kısmet işte… (Not: Bilen dizlik almış kazadan sonra, kullanacak mı bakalım 🙂 )

O değil de, nasıl becerdiysek kamp yerine 1 km kaldığı halde yine koptuk. Bir ara arkamdakinin arkası görünmüyordu ortalıkta, yine bir yol ayrımına gelince bekledim artık biraz, şaşırıp öteki yola girmesinler diye. Sonra baktım, girilecek bir yol değil öteki yol, devam ettim 🙂

Kamp yerine geldik, epeyce piknikçi vardı ortalıkta ama artık akşam olmak üzere olduğu için toparlanıyorlardı ağır ağır. Yükümüzü boşaltmadan önce kamp yeri beğenmeye çalıştık. Güzel bir yer varmış ama ufak bir dere vardı, onun öte yanındaymış, motorların hepsi geçemeyebilirmiş. Baktık, o an durduğumuz yer de güzel, içme suyu da çok uzak değil, oraya kuralım bari dedik çadırları. Ayı ve bufalo saldırılarına karşı çember şeklinde kuracaktık çadırları da ortaya pi mi desem, alfa mı desem, tuhaf bir şekil çıktı 🙂

Şimdi baktım da http://www.gomercin.net/tmp/pano.html adresindeki panoramadan, hafiften orak şeklinde kurmuşuz çadırları, Onur da geleydi çekiç şeklinde kurardı çadırını, tam olurdu 😛

Çadırları kurmadan önce iş paylaşımı yaptık. Bir kısım yemekle ilgilenirken, bir kısmımız odun toplamaya gittik kamp ateşi için. Biraz gezindim ben, ufak tefek bir kaç kuru dal buldum, onları getirdim, "Bu tarafta kuru dal yok, diğer tarafa gidelim" diyecektim, Hakan geri çevirdi. Yüksekte olduğu için alamadığım bir kaç dal vardı, onları almayı denedik, hatta omzuma çıktı bir ara Hakan ama kıramadık dalı. Zaten dal kırılsaydı muhtemelen Hakan'ın çanağı, benim de belim beraber kırılırdı. Daha yukarılarda güzel dallar bulduk, topladık ama bana abarttık gibi gelmesine rağmen Hakan "az bile" deyip duruyordu. Hayırlısı deyip devam ettik. Taşıyabileceğimiz kadar topladık artık, bu arada başka toplayanlar da vardı zaten. Epeyce odun oldu, götürdük, baktık Süleyman Abi o toplam oduna bile çok az diyor ki az imiş hakikaten, ben ne bileyim ateşin 7-8 saat aralıksız yakılı tutulacağını, bunun da raconu böyleymiş meğer 🙂

O değil de, odunları getirirken 2 metre yüksekliğinde falan dik bir yerden inecektik. Hakan yaldır yaldır indi, ben götüm götüm inmeye çalıştım, baktım olmuyor, saldım kendimi, sağ ayağımın üstüne gitti ağırlığım. Geçen kazadan sonra tam iyileşmemişti o da, halen sabahları ağrır, ilk yarım saat falan zor yürürüm mesela, o an o yük binince de böyle bir ışık göründü bir an 🙂 Şaka maka, ayağımda kemik yok, etimi de kasapta dövüyorlar gibi bir histi, çok uzun sürmedi çok şükür.

O bu değil de, sağlam göbek yapmışım be hacım 🙂

Ne oldu sonra, hah, geldik, kurulmayan çadırlar kuruldu, şişmeyen yataklar şişirildi, yemek hazırlığına girişildi.

Önce tavuk göğüsleri dizildi ızgaraya. İşte, diziliyorlar:

Bilen'in yarası ve alışverişimizin bir kısmı da aynı pozda mevcut. Ayrı ayrı fotoğraf istemeyin hepsi için 😛

Ekmek olarak ata ekmeği alınmış bu arada ama etler normal ekmek gibi pay edildi. Öyle olunca boş boş ısırabiliyordunuz bir süre ama bereketli oldu. Nitekim yarım ekmekten fazla yiyemedi çoğu kimse 🙂

Biz yemeğimizi yerken, topladığımız odunların yetmeyeceğini düşünen bir grup, ekmeklerini alıp yeniden odun toplamaya çıktı ki dehşetle izliyordum ben. İlk kamp ateşi diye gördüğüm ateş Kesikköprü'deki idi, o da ince ince bir kaç dalı oyunmuş gibi yakarak oluşturduğumuz bir ateşti. Tabi, sıcaktı Kesikköprü, Ay Kayası'nda ise gece olmadığı halde üşümeye başlamıştı insanlar.

Bu arada, piknikçiler ayrıldıktan sonra iki araba gelip yerleştir biraz ilerimize. Onlar da kurdular çadırları falan. Şalvarlı falan geldiler ama profesyonel kampçı çıktı adamlar 🙂 Kafa lambalarına kadar tamdı. Baltaları falan da vardı, hatta galiba kendi kuru odunlarını da getirmişlerdi. Bir ara, su almak için bizim oradan geçerken bizimkiler suyun yerini söyleyince "tamam" dedik, "biz onlara yardım ettik, 1-0 öndeyiz, baltayı istemeye yüzümüz var artık" 🙂 Nitekim az sonra baltayı aldık. Önce, topladığımız odunlardan büyük olanları küçültmeye çalıştık ama balta delirtti bizimkileri. Yakındaki bir ağacın en alttaki kocaman bir dalını da indirdiler. Galiba olayın koptuğu an da o oldu, ondan sonra kuruluğuna bakmaz olduk dalların, ne bulursak atar olduk, Allah affetsin. Valla, bana kalsa yeşil dal olayına hiç girmezdim de "alttan budanan ağaçlar daha iyi büyür" deyü kabullendik artık, ne yapalım.

O kadar yeşil dal yakınca, ormanın ruhu da başımıza musallat oldu tabi 😛

Ateşin lens üzerindeki filtreden yansımasından dolayı oluşan bir görüntü bu bu arada, gaza gelmeyin yani hayalet diye 😛

Ne diyorduk, ha, yeşil dallar… Aslında, kuru dallar da uzun süre yeterdi ama Süleyman Abi nasıl gaza geldiyse, kuru dalların neredeyse hepsini tek seferde attı ateşin üstüne. Uzun süre yanacak hafif bir ateş yerine kısa sürede bitecek dev bir ateş elde etmiş olduk yani. Bir dahaki sefere, kamp ateşi yakarken Süleyman Abi'yi zaptetmek için ayrıca adamlar görevlendirelim derim ben 🙂

O da değil de bizimle beraber şehrin ışıklarından kaçmış olan Ay, bütün parlaklığı ile geceyi aydınlatıyordu

Pardon, Ay değil bu, Hakan'ın kıçı 🙂

Ateşle beraber biralar açıldı, muhabbet koyulaştı


Kuruyemişler açılıp çayımız da hazır olunca tam oldu artık gece

Gece tam oldu da, yani tam anlamıyla tam oldu. Bir soğuk çökmeye başladı biraz sonra, dayanamayıp ateşin etrafına toplandık artık. Matlar serildi, Hakan'ın taburesi mabaddan mabada dolaştı, gece ilerledi. Tişörtle durdum ben epey bir süre ama dayanamadım, gidip montu alayım dedim çadırdan, of ki ne of, çadırın üstüne sağanak yağmur yağmış gibi, bir çiğ toplanmış, inanılmaz. Bunu sabah çektim gerçi de akşam da farklı değildi, daha bile yoğundu belki

Çadırın içindeki mont falan da nemlenmiş tabi. Aldım, ateşe tuttum biraz kurusun deyü. Bandanayla duruyordum, kulakları da örteyim diye buff'ı çıkardım, o da feci, onu da tuttum ateşe, komple is koktular haliyle ama olsun. Buff'ı bandananın üstüne giydim direk, bandananın birikmiş sıcaklığını kaybetmeyeyim diye 🙂

Gündüz demiştim ya, ata ekmeği aldık da herkes şişti diye, aslında kanat, incik but falan da vardı ama kimse yemeye yanaşmamıştı. Benimse aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Bir iki kere dile getirdim "yesek mi, sabaha kalmasın" falan diye ama yanaşmadı kimse. Dayanamadım en son, kalktım, getirdim tavuk tabaklarıyla ızgaraları, ateşte yer hazırladık hemen, koyduk kanatları. Cızır cızır pişti köz üzerinde

İkişer üçer götürdük ekmeksiz, güzel oldu gece gece, çerez niyetine 🙂 Cavur hala marşmelov falan yapsın kamp ateşinde, Türk dediğin atıştırmak için bile mangal yapar 😛

Saat 12'ye geliyordu artık ve odunumuz yine bitmek üzereydi. Aslında, kocaman bir dal duruyordu halen ama ısrar ediyordu yanmamakta. Yukarıda bahsetmiştim ya, yakındaki bir ağacın en alt dalı falan diye, o dal işte. Anca ateş üzerinde oynatıp kurutmaya çalışıyorduk artık.

Akıncı birliklerimiz hemen toplanıp ormana saldırıya geçti. Kafa lambaları, el fenerleriyle falan tuhaf bir görüntü idi valla, ağaçların arasında ışıklar, kırılan dalların sesleri falan. Yani, arama kurtarma ekibi ile uzaylı arası bir şey gibiydiler. O esnada, diğer kampçılar da izliyordu bizimkileri, "Oy oy, bitirdiler ormanı, bak bak şuradalar" falan diye ki harbiden abartmıştı bizimkiler. Geldiler bir ton yeşil dalla, Süleyman Abi'yi durduramadık, yine çoğunu attı ateşe 🙂 Yeşil dalları atınca dalların kendisi zor yanıyor da yapraklar iyi tutuşuyormuş. Bu arada, artık dötlerimiz donmaya başladığı için onları ısıtmayı da ihmal etmiyorduk

Gece yarısı geldiğinde, diğer kampçılardan bir kaç el feneri bize doğru yaklaşmaya başladı. El fenerlerinin genelde kendi kendilerine hareket etmediğini bildiğimizden birilerinin yaklaştığını kestirebiliyorduk. O kampçılarla ilgili baya geyik yapmıştık ki gece yarısı ayin yapacakları iddiası da bunlardan biriydi. Aha dedim, aramızdaki bakireleri (ohom, bakirleri) alıp götürecekler şimdi. Meğer gelenler çocuklarmış, şeftali getirmişler bize. İkram esnasında çekemedim de dönüş fotoğraflarını çekebildim anca.

Şeftali getirmiş olmaları üzerine de bir takım geyikler türemedi değil ama onlara girmeyelim burada 🙂

Saatler ilerledikçe dökülmeye başladı millet. En son Bilen, Derya Abi ve ben kaldık. Ve sonunda makinemde benim de bir kamp pozum oldu 🙂 Dumanlı mumanlı ama idare edin

Diğer kampçılar da ayaktaydı halen, bizimle inatlaşır gibilerdi valla. Zaten ne zaman bizim ateş büyüse onlar da körüklüyordu ateşlerini 🙂 Nitekim kuru odunları bitince onlar da daldılar ormana. Valla, helikopterlerle yangın söndürme ekipleri falan gelecek diye geyiğini yaptık bir ara da güzel olmaz mıydı abi, foşşşur diye su dökseler tepemize 🙂

Neyse, biz yorulduk, muhabbet hafifledi, ateş de kendinden geçmeye başladı. O büyük dal ise yeni yeni yanıyordu daha

Gece, 4'e doğru yattık artık hepimiz. Şahsen hiç eşofman giymeye falan uğraşmadım, pantolonun ısısını kaybetmeyeyim diye. Hatta bandanayı, buff'ı bile çıkarmadım, bir tek montu çıkarıp girdim uyku tulumuna. Tulumun nemli soğuğu geçene kadar üşüdüm biraz ama sonrası güzeldi, yeterince sıcaktı.

Sabah, 7:30'da falan bağırsaklarımdaki bir hareketlenme ile uyandım ben. Hakan da uyanmış hemen hemen aynı zamanda. Yukarıda bir tuvalet görmüştüm, Hakan yöneldi ilk, girdi, çıktı, içerisinin nasıl olduğunu sordum, kafasını salladı, başparmağı ile aşağıyı gösterdi ama fazla seçeneğim de yoktu. Açık alanda zıçma fobisi gibi bir şey var bende. Bir kere yaptım o işi, ondan sonra 1 ay falan zıçamadım 🙂 Gerçi, içtiğim bir kaynak suyuydu herhalde sebebi ama olsun. Neyse, gireyim dedim, kapıyı açtım, görüntü hoş değildi ama daha kötülerini görmüştüm. İçeri bir girdim, kokusu çarptı beni. Zor attım kendimi dışarı, öğürmeye başladım. Hakan, bir ağacın dibine gitmemi söylediyse de dinlemedim, burnumdan nefes almayı bırakıp öyle girdim içeri, sorun olmadı pek, suyu falan da vardı en azından. Yalnız, mideye ne yaptıysam ikiye bir tuvalete gitmem icab ediyordu. Çok yediğimden anca mı tahliye ediyordu, bir şey mi dokunmuştu bilemedim. Bir de tuhaf. Her şey normal mesela, kahvaltı üstüne bir pipo yaktım, daha üçüncü dumanda falan bağırsaklar isyan etti. "La, size ne oluyor, duman size mi gidiyor sanki" dedimse de dinletemedim, tazyik başladı bir kere. Sonra, efendime söyleyeyim, keyif çayı içerken oldu mesela, bir anda başladı yeniden, çayı yarım bıraktım artık. Akşam evde de devam etti ama toparladım ertesi güne.

Ben dönerken millet de uyanıyordu artık, hatta kahvaltı hazırlıkları bile başlamıştı inceden. Bir grup, elinde su şişeleriyle falan giderken ben de fotoğraf makinamı alıp peşlerine takıldım.

Suyundan faydalandığımız çeşme A. Kaya Çeşmesi idi. Yalnız, üzerinde bir mermer daha vardı, ne demek istediğini anlayamamıştım

"Göl Çeşmesi 400 m ileride çok nefistir afiyet olsun" diye bir yazı. Ben, ilk başta bu çeşmenin adını Göl Çeşmesi sandığım için bir tuhaf gelmişti. Meğer başkası, kendi yaptırdığı hayratın reklamını koymuş oraya :). O değil de, biraz ileride çam çeşmesi mi ne bir şey varmış, çam ağacının içinden kaynak suyu akıtmışlar, daha sonra Google Earth'te ortamı incelerken eklenmiş fotoğraflardan gördüm. Süleyman Abi de Google Earth'e fotoğraf ekliyormuş ayrıca, onu da görmüş oldum 🙂

Çeşmenin suyu buz gibiydi bu arada, elinizi yıkarken falan arada suyun altından çekmek zorunda kalıyordunuz. Su buz gibi olsa da herkesin ayılmasına yetmedi 🙂

Bir tarafta kahvaltı hazırlanırken halen tam olarak kendine gelememiş olanlar "madem kendimize gelemedik, bari frikik verelim" demeye başladı 😛

Bilen'in kurduğu çadır da net bir şekilde görülebiliyor. Bir karışıklık olmasın, arkadaki, turkuazımsı yeşilimsi çadır Bilen'inki 😛

Kamp için biraz fazla kaçan bir kahvaltı yaptık. Herkese ayrı tabaklar, 10 çeşit kahvaltılık falan. Hayvan gibi de yedik tabi yine.

Kahvaltıdan sonra eşyalarımızı toparlarken piknikçiler de gelmeye başladı. İyice curcuna oldu artık ortalık. Motorların orada top oynamaya başladılar bir de, herkes dikkat kesildi, bakalım indirecekler mi motorlardan birisini deyü de bir şey olmadı çok şükür. Eşyalarımızı kolayladıktan sonra keyif çayımız eşliğinde yayıldık gölgeliklere.

Sıkılan arkadaşlar ise gezintiye çıktılar.

Bu arada Süleyman Abi matadorluğa özendi

Onlardan önce içimizdeki endurocular da keşif turuna çıkmıştı. Gölete falan bakmaya gitmişler. Bak şeyi söylemeyi unutmuşum, gece boyu silah sesi gibi bir ses gelmişti. Birileri birşeyler avlıyor herhalde falan diye düşündük de meğerse aşağıdaki arı kovanlarına ayı gelmesin diye otomatik top patlatırlarmış. Bu da aklınızda bulunsun, o tarafa falan giderseniz panik olmayın yani birileri ateş ediyor diye 😛

Ateş ediyor deyince, Burhan Abi'yle "oyuncak" tabancasının bir pozunu da koyalım hemen 🙂

Tabanca oyuncak olmasa Andaç yanaşıp, eli tetikte bekleyen Burhan Abi'yi korkutmaya yeltenir miydi, sorarım size 🙂

Arkada ateş bir kez daha közlenirken Serdar'la motorunun bir kaç pozunu çektim ben de. Süpersonik sayılır bu da kendi çapında 🙂

Neler yedik bakalım; tavuk fileto, kanat, kuruyemiş, kahvaltı falan. Peki ne kaldı? Sucuk tabi ki de. Son ateşimiz, müstakbel öğle yemeğimiz sucuklar için yakıldı. Bilen ve Hakan şiş hazırlamaya giriştilerse de sucuğun çoğunu ızgaraya dizdik. Sıradaki fotoğrafımızın başlığı: "İkballerin sucuğu adına, sucuk bende artık"

Sucuklarımızı da tükettikten sonra son kalan çayları da içip dönüş yoluna koyulduk artık. Bozuk yolda aşağı inmenin yukarı çıkmaktan zor olmasından mütevellit dönüş yolunda biraz daha temkinliydik lakin temkinli olmamız yavaşlamamıza, yavaşlamamızda motorların birbirlerine yaklaşmasına sebep oldu. Hatta bir ara Hakan'ın yanına kadar girdim ben. Kazasız belasız indik yine de. Karagöl-Ay Kayası yol ayrımının biraz aşağısında durduk bir kez daha. Hem ufak bir sigara molası verdik, hem de telefon etme ihtiyacı olanlar bu ihtiyacını giderdi nitekim telefonlar pek çekmiyordu Ay Kayası'nın oralarda. Bu da mola esnasında kendimi çektiğim bir poz, aynadan da çekmesem fotoğrafım olmayacak be birader 🙂

Mola, Süleyman Abi'nin "haydi gidelim" demesi ile her an gitmeye hazır olan Süleyman Abi için bitti fakat grubun geri kalanı henüz hazır değildi. Süleyman Abi bastı gitti bir anda, Hakan da peşinden. Biraz bekleyip ben de çıktım, galiba Bilen çıktı benim arkamdan ama ben çıktığımda bile hazırlanıyordu diğer arkadaşlar, öyle bir kopukluk yaşadık yani. Özellikle köylerden sonraki toprak yolda ara iyice açıldı. En sonunda Andaç dayanamadı da en öne gidip durdurdu grubu, arkadan gelenleri bekledik. Yoksa toprak yoldan önce mi durdurmuştu, neyse, durdurdu bir ara.

Toprak yol bitip asfalta çıkacağımız yerde sol tarafta Çubuk 2 Barajı var imiş, bir uğrayalım deyip saptık oraya. Motorları parkedip biraz soluklandık

Ben de varım bu pozda, oley 🙂 Fazla oyalanmadan çıktık yeniden, Çubuk'a girdik, bir kafeye oturup garson kız üzerine mülahazalar eşliğinde birer çay içtik

Ayrılma planlarımızı yapıp yola koyulduk da plandan ya herkes haberdar değildi, ya da ben planı yanlış anladım. Şöyle ki Süleyman Abi'nin çaydanlığı Andaç'ta idi, Süleyman Abi yol üstünde ayrılacak, Andaç da çaydanlığı vermek için duracaktı. Süleyman Abi evine saparken ben de verdim sinyalimi ama baktım millet basıp gidiyor. Andaç da döndü arkadan, artık neyse dedim, kalabalıkla gideyim bari ki gittim nitekim.

Ha bak, şöyle bir detay var Çubuk'taki kafeden çıkışımızla ilgili: Kafeden çıkarken, saatte 1-2 km hızla kaldırımdan inerken gerekli olan 0.5-1 metrelik takip mesafesini korumayan Serdar benim motora hafifçe dokunmuştu arkadan, gülüşmüştük de inip bakmamıştım bile bir şey oldu mu acep diye. Hah, bu detayı unutmayın, yola devam ediyorum ben. Ya da dur, ondan önce bir detay daha vereyim. Önceki gün Serdar "kimin motorunu beğensem başına bir şey geliyor, Emrah'ın motora güzel dedim kaza yaptı, Bilen'in motoru beğendim, kaza yaptı" falan diyordu. "Benim motor Çin malı, bir numarası yok" falan demiştim hatta ben. Sabah çıkarken "Senin motor da güzel ha" dedi bana. Artık geyiğine mi dedi, gerçekten mi bilmem ama dedi bir kere. Tamam, şimdi devam ediyorum yola.

Esenboğa tarafında giderken bir tangırtı duydum, ayaklık mı düştü, ne oldu lan diye baktım, göremedim bir şey. Zincir felaket durumdaydı, ona mı bir şey oldu falan dedim, yok, devam ettim ben de. Sonra aynadan baktım, Bilen durmuş, ben de durdum. Tam geri gidiyordum geldiler, Derya Abi benim plakayı uzattı "Al, lazım olur" diye 🙂 Titreşimden falan döküldü herhalde dedim, çantaya attım plakayı, Hakan aradı o arada, bir şey mi oldu diye, plakanın düştüğünü, devam edebileceklerini söyledim, bekliyorlarmış, iyi dedim, devam ettik. Pursaklar'a kadar gittik, Çevre Yolu'nun biraz aşağısında durduk, kim ne tarafa gidecek diye konuşurken Andaç da geldi. Serdar yanaştı sonra, plakanın düştüğünü öğrenince "Ya, kafeden çıkarken dokunmuştum ya ben" falan dedi, "hueeeaaa" dedim ben de. Hani nazar değdiriyor hem, hem de nazar yetmezse diye kendisi de değdiriyor elemanın 🙂

Millet şehre doğru döndü, Andaç'la ben Çevre Yolu'na saptık. Andaç da Ostim sapağına sapınca gezimiz nihayete ermiş oldu.

Pekii, bu kamptan/geziden neler öğrendim:

1- 8 motorla hep beraber gitmeye çalışmak zor oldu. 4'erli iki gruba ayrılmalı idik. Öndeki grup arkadakini kritik sapaklarda beklemeli idi (tabi arkadaki grubun öncüsü de yolu biliyorsa gerek yok). Değilse bu gezide olduğu gibi kopukluklar yaşamak gayet muhtemel.

2- 8 motorla birden gidilecekse arkadakini bekleme olayına dikkat etmek lazım. Arkadaki ne sebeple yavaşlamış olursa olsun yavaşlayacağız ki grup dağılmasın

3- Top Case veya sağlam yan çantalar falan yoksa her şeyi motorun üstüne yığmaya çalışmak zor ve tehlikeli olabiliyor. Nitekim giderken Andaç'ın arkasından bir şeyler düştü yola, dönüşte de Süleyman Abi'nin çantaları epeyce sarkmıştı bir ara (Serdar farketti yine). Düşen şey arkadakine zarar verecek bir şey olabilir. Zarar vermese bile kaçmak için ani bir manevra yapıp kaza yapmasına sebep olabilir. Şahsen 72 litrelik bir dağcı çantası aldım Ulus'tan 60 TL'ye, artık ona yükleyeceğim eşyaları. Şahsi eşyalarımı yükledikten sonra bile epeyce yeri kalıyor, bu tür toplu gezilerde ıvır zıvır koymak için uygun olacaktır diye tahmin ediyorum

4- Geçen kampta da yazmıştım ama yine yazayım, katlanabilir tabure -çok da rahat olmamasına rağmen- kullanışlı olabiliyor. Gece toprak nemi çektiğinde yere oturmak zulümdü mesela

5- Çakı/bıçak falan bulundurmak lazım. Bir kaç kişi getirmişti zaten ama özellikle görev paylaşımı yapılmadıysa ("Ahmet, Mehmet, Süreyya çakı getirsin" gibi) herkesin bulundurmaya çalışmasında fayda var.

6- Pipo tütününü önceden hazırlamak lazım 🙂 Normalde Cumartesi çıkıp tütün falan alırım diyordum da ortak gitme olayı çıkınca kaldı. Evdeki artık tütünlerden ufak bir harman yaptım ben de hemen, hafifçe nemlendirip koydum kutuya. Aslında şansıma Serdar da getirmiş pipo tütünü ama getirdiği tütün dilimi yakıyordu benim. Nitekim Serdar da rahat içememiş.

7- Termos iyi olabilir. Gerçi bizde çay artmadı ama termos olsa, gece 12'den sonra otururken içmek için biraz çay veya sıcak su ayırıp kullanabilirdik. Kesikköprü’de zaten bir ton çay artmış, ziyan olmuştu. Sabah içmeye çalışmıştık gerçi de bir şeye benzemiyordu artık 🙂

8- Dağda kamp yaparken hava harbiden soğuk olabiliyormuş 🙂 Ekstradan bir polar battaniye taşımak iyi olabilir. Yalnız, çadırın içi de nemlenebildiği için yatak kıyafetlerinizi erkenden giyip ateşin başına öyle geçmeniz faydalı olacaktır. Aynı şekilde battaniyeyi de ateşe yakın tutarsanız hem şal gibi üzerinize alabilirsiniz, hem de ateşin yanında fazla nemlenmeyecektir.

Hamiş: Fotoğraflar http://www.gomercin.net/galeri/v/Gezilerim/aykayasi adresinde.