25-26 Eylül, Mera Çayı (E5) Kampı – 1. Bölüm

Gezi detaylarına başlamadan önce geziden önce gördüğüm bir rüyayı anlatayım, “ne alaka” demeyin, “hayrolsun” deyin, okuyun.

Rüyamda, kamp yapacağımız yere bakıyorum Google Earth’ten, detayları görmek için yakınlaştırıyorum, harebeler falan görüyorum. Davut Abi’nin daha önceki kamp yeri önerilerinden birisinin civarında kaya mezarları varmış galiba, o geliyor aklıma. “Şunlara bir bakayım” diyerek haritayı biraz daha yakınlaştırınca kendimi orada buluyorum. Yalnızca kaya mezarlar değil, dev sütunlar, büyük bir amfitiyatro, büyük heykeller falan da var. Hayran hayran seyrederken Roma askerleri gelmeye başlıyor, sonrasını net hatırlamıyorum.

Demem o ki, ne zamandır kamp yapmamış olunca bu kamp heyecanlandırmış herhalde, öyle rüyama falan girdi.

Hazırlanmam yine mesele oldu. Cuma akşamı çantamı hazırladım kabaca, çadır hazırdı zaten, yatak olarak elime Bilen’in yatağı geçti, onu attım, diğer ana parçaları da koyduktan sonra kalanını sabah hazırlamaya karar verip evden çıktım. Şirketten arkadaşlarla Resident Evil’i izlemeye gittik. Onu da tavsiye ederim bu arada, güzel olmuş. 3 boyut olayını da iyi kullanmışlar.

Eve geç geldim, sabah da zar zor kalktım ve hazırlanmaya devam ettim. Son ana kadar hep bir şeyler unuttuğumu farkettim, ondan uzadıkça uzadı hazırlanmam. Nitekim geç kaldım yine; buluşma yerine vardığımda 10:20 falandı saat. Son kontrollerimizi de yaptıktan sonra Kazan’a doğru yola çıktık.

Kazan’da alışverişimizi yapıp İğdir’e geçecektik. Yol kenarında bir iki küçük market bulduk ama aradığımız malzemelerin çoğu olmayınca Kazan’ın içine girdik, merkezi bir yere parkedip alışverişe başladık. Önce pilavlık tencere aldık, akabinde pilavlık bulgur ve diğer malzemeleri. Adam gibi salatalık bulamadık bir tek, onu da yolda hallettik artık.

Bu arada 12’ye yaklaşmıştı saat. Ben kahvaltı yapmamıştım, kahvaltı yapmış olanlar da kahvaltı yapalı çok olmuştu, neticede kamp kurmadan önce bir şeyler yiyelim diye karar verip Eski Ev’de durduk. 2 kişilik kahvaltı söylemiş Davut Abi ama 5 kişi yedik, gayet de doyduk. Sayıyı takip eden varsa yemeyen Celal Abi idi. Motorla ilgilendi biraz, sonra da aç olmadığını söyleyip el sürmedi masadakilere. Biz onun yerine de sürdük zaten elimizi, hatta fotoğraf çekmeyi bile unutmuşum, bu var işte ancak:

Nikotin takviyemizi de yaptıktan sonra İğdir’e doğru yola çıktık sonunda. Yalnız, tam girişi bilmiyorduk, benim telefonda harita var diye beni öne kattı Davut Abi. Tabi, harita var da hareket halindeyken bakamıyorum. Yola çıkmadan önce baktım, nereden girmemiz gerektiğini falan ezberlemeye çalıştım da haritadaki mesafe, tahmin ettiğimden çok daha kısaymış meğer. Yolun tek şeride indiği bir yer vardı, sapak oradaymış. Orası olabileceğinden şüphelendim ama tabela falan göremedim. Yavaşlasam olmayacaktı, arkada trafik vardı, yine trafik ve yolun tek şeriden inmiş olması yüzünden emniyet şeridine de çekmek istemedim, geniş bir alan bulana kadar gidelim de orada durup bir daha bakarız haritaya dedim. Gittik, durduk, ben haritaya bakarken Celal Abi uyardı, tabelayı görmüş o, oradan girmemiz lazımmış. Geri döndük neticede.

Köy yolu başlarda fena değildi ama gölete yaklaştıkça bozuldu yol. Küçük taşlar falan düşmanıymış kayışın, ol sebepten mütevellit normalde gideceğimden daha yavaş gittim, rahatsız bir sürüş oldu yani biraz. Neticede vardık gölete, baktık, biz bir taraftayız, ağaçlar öbür tarafta.

Sinem Abla ile Hira, kenardaki patikadan geçmeye karar verdiler karşıya. Biz de araçları oraya bırakıp yürüsek mi diye konuştuk da mantıklı gelmedi. Sağ tarafta bir yol çarptı gözümüze, yeni motorunu test etmek için bahane arayan Celal Abi o yolu keşfe gitti.

Karşıda buluştular, etrafa baktılar, beğenmediler. Aslında güzel, kampa müsait bir yerdi ama hem koyun yatmış herhalde, ortalık pireli falan olur dediler, hem de Celal Abi’nin yolu yol değilmiş 🙂 Başka birisi dese “Aman ne olacak, gidilir” derdim de o lafı diye Celal Abi olunca “sadakte” dedik, at bindik, yeni yer aramaya başladık.

İkinci hedefimiz, biraz daha kuzeyde, Çeçtepe tarafında bir gölet vardı, orası olabilir dedik. Haritada pek ağaç görünmüyordu ama belki olanla idare ederiz diyerek gittik. Ağaçlar genelde ufak tefekti, bir kaç güzel ağaç varsa da dipleri müsait değildi. Neticede orası da olmayacaktı. Biraz daha ağaçlık bir yer olsa güzel olabilirdi aslında ama işte, kısmet

Saat 14:30 olmuştu bile ve hala bir kamp yerimiz yoktu. Haliyle, sıkkınlık baş göstermeye başladı, özellikle ilk kampını yaşayacak olan Hira’da

Levent Abi geldi yanıma, “Sen misin kılavuz” dedi, “Gak” dedim ben de, ne diyeyim 🙂

Karagöl’e falan gidelim dedim, hani, bildiğimiz yer en azından diye ama pek kaale alınmadı. Zaten oradan gitmemiz 2 saatten kısa sürmezdi. “En kötü Soğuksu’ya gideriz” deyip Kızılcahamam’a doğru devam ettik.

Pazar sapağına geldiğimizde durduk, o taraflarda güzel bir yer bulabileceğimizi söyledi Celal Abi ama emin de olmayınca içlere girmedik. Onun yerine kenardaki dereyi gözümüze kestirdik. Dere yanına inen yollardan birisinde durduk, Celal Abi keşfe gitti, beğendi, geldi, biz de gittik peşlerinden. Kamp için müsait bir yere çektik araçları, soyunup dökündük ama yerleşmedik hemen. Ortalık pisti biraz. “Biraz” demek biraz hafif kaçabilir, baya baya kirliydi. Davut Abileri ve Hira’yı bırakıp Celal Abi, Levent Abi ve ben, daha uygun bir yer için keşfe çıktık.

Fena değildi ortam, hem gölgelik, hem dere kenarı güzel yerler vardı. Ayrıca, yakacak kuru odun da boldu

Hey yavrum be, ucundan ucundan vereceksin şunları ateşe, sonra sabaha kadar ateş derdin kalmayacak 😛

Yerler müsaitti ama dere pek coşkun akıyordu. Bizimkilerin yüzmeye de niyetleri olduğundan sakin bir yer bulabilir miyiz diye yürümeye devam ettik. Epeyce bir dolaştıktan sonra yolun kolay yürünebilecek kısmı bitti, tam da o noktayı kamp yeri olsun diye kararlaştırıp bizimkilerin yanına geri döndük.

Dönerken araçları getirmek sorun olmasın diye düzgün yolları da keşfedelim dedik tabi, herkeste XT600 yok neticede 😛

Kamp yerine dönüp yerleştikten sonra çayımızı da yapıp dinlenmeye başladık. Dile kolay, 4:30 olmuştu saat. Bugüne kadarki en yakın kamp yerine ulaşmamız 6 saat sürmüştü yani 🙂


Haftaiçi devam edemedim yazıya, dün ve bugün de long way round’du, muhtelif oyunlar derken yine geciktim. Başlayayım, gerisi gelir diyerek başladım bakalım. Üzerinize afiyet, hafiften de soğuk almışım, ondan pek keyfim yok da dur bakalım.

Malum, kamp yeri dere kenarıydı. Ufak bir dere idi ama iyi akıyordu, yüzülür mü yüzülmez mi derken Levent ve Davut Abi çoktan kıvama gelmişti. Artık, suya girmelerine tek engel Davut Abi’nin çoraplarıydı.

Çoraplar da çıkınca iki yiğit girdi revâne, ikisi de birbirinden divâne

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli… Elemli değiller esasında, karışık duygular içindeler. Misal, Celal Abi belli ki bir özlem içinde, Hira şaşkın, Sinem Abla bezgin.

Girdikleri kısım sığdı, pek yüzemediler yani. Gerçi, bir ara Davut Abi uzandı suya ama o da yüzmekten ziyade mekik çekmek gibi bir hareket idi. Olsun, spor spordur. Aslında, biraz daha aşağıda daha derin yerler vardı ama su öyle kuvvetli akarken derine girmek sakat olabilir diye pek yanaşmadılar. Yine de, o 15 santimetrelik suda nasıl heyecanlar yaşadılarsa pek heyecanlıydılar dönüşte

Bir de ufak havuz gibi bir yer bulmuşlar su kenarında, içecekleri, kavunu falan oraya koyduk. Yerimize döndüğümüzde 5’i geçiyordu saat. Biz öğle vakti kahvaltı yapmıştık ama Celal Abi sabah yedikleriyle duruyordu. Bir de erkenden dönecekti Celal Abi, aç aç göndermeyelim diye ufaktan bir şeyler hazırlayalım dedi Sinem Abla. Celal Abi erken dönmekten vazgeçtiğini, zaten aç da olmadığını, akşam bizimle beraber yiyebileceğini söylediyse de Sinem Abla’nın bakışları karşısında susmak zorunda kaldı

Pek planda olmasa da sac kavurma hazırlamaya başladık, tabi ki de Davut Abi önderliğinde

Hazırlıklar devam ederken Levent ve Celal Abi, dosta güven, düşmana korku salıyorlardı

Yemek hazırlamayla pek alakası olmayan Hira ise, benim sonradan aklıma gelen ama bir türlü uygulamaya koyamadığım bir fikri gerçekleştirmişti; “Kendinden sallangaçlı keyif hamağı”

Veya diğer adıyla “üçüncü bir ağaca bağlı ip” 😛

Kavurma, Karagöl’deki kadar olmasa da yine enfes idi, açım diyen de demeyen de el ele verip silip süpürdük sacı.

Celal Abi’nin bir gözü yola bakarmış meğer, karnı doyar doymaz bastı gitti. Aklınızda bulunsun, Celal Abi’yi yanınızda tutmak için biraz aç bırakacaksınız 🙂


Bu arada, Derya Abi’lerin gelip gelmeyeceği belli değildi. Gündüz telefonlaştık, benden ortamın fotoğraflarını istemişti hatta, herhalde beğendi ki geleceğini haber etti, koordinatları da gönderdim. Onlar yaklaşırken biz biraz daha odun toplayıp akşam yemeği hazırlıklarına başladık.
Ben de yemeğin yanına patlıcan salatası yaparım diyordum ama nedense bir süre uyanamadım. Pilav baya bir kaynadıktan sonra aklıma geldi, hemen patlıcanları közlemeye başladım. Evdeki kadar kolay olmadı, daha kolay közlenirler sanıyordum da niyeyse uzun sürdü. O ara Derya Abi’ler de geldi, pilav da hazır olmuştu bile. Yine çok gecikmeden yetiştirdim salatayı. Güzel oldu bulgur pilavı. Gerçi, aldığımız etin bir kısmını akşamüstü yemiş olunca et yoğunluğu az oldu ama olsun, salatalarla da beraber gayet muazzamdı. Bir de cacık yaptık ki, ooh…

Epeydir böyle şişene kadar yemememiştim, diyetten hafif feragat ettim yani.

Yemekten sonra, yağan kar altında çaylarımızı yudumladık

Kar yoktu tabi de iyi kül uçmuş ağaçlardan. Davut Abi de hamaratlığa devam ediyordu

Kızların da hamaratlığına diyecek tabi 😛 biri çekirdek çitler, biri telefondan tv izler

Ateşin başında otururken bir fotoğraf çekip Facebook’a yükleyeyim dedim, çektim, yükledim, çok geçmeden bir yorum gelmiş, amanın dedim. Öncelikle fotoğraf şu:

“flaş flaş, Allah yazan alev, görenler şaşkına çeviriyor :P”

Şaka maka, benziyordu. Biraz geyiğini yaptık olayın, sonra ateşe baktım, alevlerin arasındaki boşlukta alevlere doğru eğilmiş bir yüz var gibi, 4 parmaklı ellerini ateşe doğru uzatmış falan, heyecan yaptım kendi kendime.

Çok geçmeden yattı millet, Derya Abi’lerle kaldım ateşin başında. Bir ara, odunumuz azalınca odun toplamaya gittiler, tek başıma kaldım ateşin başında. Zaten az önce korkutmuştum ya kendimi, şimdi de tırsmaktaydım hafiften. Bir de devamlı sesler geliyordu etraftan. Her çıtırtıya dönüp baktım, bir şey göremedim tabi. Zorlu bir 10 dakika oldu. Az sonra geldi Derya Abi’ler, içimden onları korkutacak bir şeyler yapmak geldi nedense, hani olur ya, yurtta kalan bir eleman bakıyor, oda arkadaşlarının hepsinin ayakları elleri ters dönmüş durumda, tırsıyor falan. Hani, ayakkabıyı ters giysem falan olur mu diyordum da o hikayenin sonundaki gibi bir durum olur diye vazgeçtim. Hikayede de bekçiye gidiyor çocuk, oda arkadaşlarımın elleri ayakları tersti diyor, bekçi de kendi ellerini ayaklarını gösterip “böyle mi” diyor. Harbi ya, şu alacakaranlık kuşaklarındaki gibi kamp ateşi başında korku hikayeleri olayına girsek ya bir ara 🙂

Neyse, çok geçmeden yattık biz de. 2 falandı herhalde saat.

Söylemiştim ya en başta, bizim Bilen’in yatak ve uyku tulumunu getirmiştim diye. Yatak patlak çıkmıştı, yatağını zaten şişirmeyen Levent Abi ile değiştirmiştim. Meğer uyku tulumu da pek kullanışlı değilmiş. Tam yatacakken dikkatimi çekti, kullanım sıcaklıkları falan yazıyormuş üzerind, yazan şöyle bir şeydi: “Normal 18-23, dötünüz yiyorsa 13-18, hastalanmayı kabullendiyseniz 7-13”. Tevekkeli, aynı tulumdan kullanan Hakan da memnun değildi. Allah’tan çok soğuk sayılmazdı hava da pek sorun olmadı.

Gece bir de tuvalete kalkayım dedim, güç bela kalktım, sandaletleri geçirdim ayağıma. Çadırdan çıkarken dengem bozuldu, çadırın üstüne yığıldım, onu toparladım, kuytu bir yerlere gideyim derken üstü kapalı bir çukura bastım, yine devriliyordum, ondan kurtarayım derken öteki ayağımdaki sandalet çıktı falan, baya heyecanlı bir def-i hacet molası oldu yani. Akabinde geri yattım ve devam ettim horul horul uyumaya…